Sosyal medya bir çılgınlık mı? yoksa bilgeliğe giden yolda bizi bilgiyle donatan, insanlarla buluşturan ve potansiyelimizi ortaya çıkarmak adına kullanabileceğimiz bir araç mı? Bu aralar zihnimde bu iki sorunun sahipleri ile sıkı bir tartışma halindeyiz.
Önce sosyal medya fenomeni olanı konuşmaya başlıyor. O çağımızın çılgın gençlerinden.
“ Herkes Club House’a girmeye başladı. Bak oralarda kimbilir ne muhabbetler dönüyor, ne tartışmalar yapılıyor. Hadi sen de gir. Kaçırırsan geri kalırsın. Takip et, gündemi yakala, aktif ol, kendini göster!!! "
Sonra diğeri söz alıyor. O da bildiğin ağır abilerden. Sanki biraz Kung Fu Panda’nın ustası Shifu’ya benziyor ve aynen onun ağzından konuşuyor :
“ Ne zaman anlayacaksın, ne kadar alırsan o kadar azalırsın. Sadece yapabileceğini yaparsan şimdiki halinden fazla olamazsın. Seni kendime dönüştürmeye çalışmıyorum, kendine dönüştürmeye çalışıyorum."
Bir Kızılderili hikayesi vardır, çok severim.
“ Bir Kızılderili köyüne saldırıp, yakıp yıkarlar. Sadece bir dede ve torun sağ kalır. Acı acı enkaza bakıp çaresizce seyretmektedirler köyün yağmalanmış halini. Dede, fazla sessizlik içinde kalınca küçük torun sorar:
“ Dede neler oluyor, neden susuyorsun?"
Yaşlı adam cevap verir :
“ Dinliyorum. İçimdeki kurtların sesini dinliyorum. Biri siyah kurt, diğeri beyaz kurt. Durmadan kavga ediyorlar. Siyah kurt, “yak, yık, saldır, intikam al" diye uluyor. Beyaz kurt ise, “sakin kal, sev, yeniden başla, yapabilirsin" diye uluyor. İçimde durmadan birbirleriyle savaşıyorlar."
Torun merakla sorar :
“ Peki hangisi kazanacak dede?"
Ve Yaşlı Kızılderili cevap verir :
“ Ben hangisini beslersem o kazanacak evlat..."
İşte tam bu noktada ben de kendime soruyorum ve aldığım cevabı sevgiyle paylaşıyorum.
“ Hiç bir şey yapmamak "
Bunu yapabilmek o kadar da kolay bir şey değil. Hatta o kadar zor ki bunu yapabilmek için bir zaman makinesi icat etmemiz gerekiyor. Bizi geçmişe ya da geleceğe götürebilecek bir makine değil bu. Çünkü zaten kendi zihnimiz çoğu kez bunu yapar. Bizi geçmişte ya da gelecekte gezdirir; geçmişin hayaletleriyle korkuturken, geleceğin bilinmezliğiyle de kaygılandırır. O yüzden bir şekilde bizi içinde bulunduğumuz an’a getirerek, zihnimizi ikna etmeyi sağlayan bir makine olmalı.
Hayatımızın çoğu zihnimizin içinde geçiyor. Her şey burada, bizi strese sokan duygular, düşünceler...
Bazıları bunu bir topa benzetiyor. Zihnimizden geçen duygu ve düşünceleri durdurmak yerine onlara uzaktan bakmamızı öneriyor. Onları tıpkı bir jonglörün ustalıkla yaptığı gibi, bir adım geriden düşünceyi açıkça görererek; onun gelip gidişine, duyguların gelip gidişine tanıklık ederek; yargılamadan ama sakin ve odaklanmış bir zihin ile. İşte o zaman, bir kaç adım geri çekilip, sonra daha da geriye gidip sessizce durduğumuzda tuvalde olanı görmeye ve büyük resmi anlamaya başlıyoruz.
Büyük, gürültülü, kalabalık, her saniye değişen bir resime 5 saniye öteden bakmayı hayatımız olarak düşünüyoruz. Oysa zaman zaman bu resme uzaktan da bakabilmek lazım. Sessiz, sakin, sadece durmak ve bakmak.
Eğer kendimize ulaşmak istiyorsak, bunu yapabilmemiz şart. Şu anda hemen hepimiz cebimizdeki veya etrafımızdaki envai çeşit teknolojik araçla dünyanın herhangi bir yerindeki kişiye rahatlıkla ulaşabiliriz. Peki ya kendimize? Kendimize ulaşabilmek için bunun tam tersini yapmamız gerekiyor. O envai çeşit teknolojik oyuncağı kapatıp kendimizle başbaşa kalarak.
“Stresle başa çıkmak için hiç bir şey yapmayın" dediğimizde, sadece bu cümle bile stresi sanki kendisiyle mücadele edilmesi gereken zorunlu bir düşmanmış gibi gösteriyor bize. Oysa yapılan araştırmalar, bu konuda psikologların bile fikrini değiştirmiş durumda. 2012 yılında Amerika’da Wisconsin Üniversitesi’nde insan gelişimi üzerine çalışan 2 psikolog (N.Keller & K.Litzelman) tarafından 30 bin kişi üzerinde yapılmış ve tam 8 yıl süren bir araştırmada ortaya çıkan sonuçlar oldukça çarpıcı.
Çalışmaya katılanlara 2 soru sorulmuş :
“ Geçen yıl ne kadar strese maruz kaldınız?"
“ Stresin sağlığınız için zararlı olduğunu düşünüyor musunuz?"
Sonrasında da her yıl bu soruları sordukları insanlardan kaç tanesi ölmüş, ona bakmışlar. Geçen yıl strese maruz kaldığını söyleyen kişilerin tahmin edebileceğimiz gibi ölüm riski %43 oranında artmış. Ama dikkat çekilen en önemli nokta, bu oranın sadece stresin sağlığına zararlı olduğuna inananlar arasında geçerli olması (yani soruya “Evet" diyenler için). Buna inanmayanlar yani bu soruya “Hayır" diyenler, gayet sağlıklı bir şekilde hayatlarına devam etmişler. Araştırmacıların tahminine göre, ölümleri takip ettikleri 8 yıl boyunca 182 bin Amerikalının erken yaşta öldüğü tespit edilmiş. Ancak stresten değil, stresin zararlı olduğu düşüncesinden.
Yani stresle başa çıkmanın en iyi yolu, öncelikle onun başa çıkılması gereken bir düşman olmadığına inanmak ve o düşmanı kabul etmek. Elbette strese maruz kalacağız. Bu bizim hayatımızın bir parçası; ama bununla beraber yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.
Peki nasıl?
Zihnimin içindeki BEN’in yerine geçip, film izler gibi yaşamımı izleyerek,
Neler yaptığımı, nasıl davrandığımı yargılamadan, sadece seyrederek,
İçimde konuşan seslere kulak vererek ama onları ciddiye alarak değil,
Kimi zaman eğlenerek, kimi zaman dalga geçerek, kimi zaman ağlayarak, kimi zaman da öfkelenerek,
Sık sık durup nefes alarak,
Nefes almanın gücünü hissederek, doya doya doğanın kokusunu içime çekerek,
Varlığımı kucaklayarak,
Ve tabi ki, çağımızın tüm teknolojik araçlarını abartmadan kullanarak...